29.1.09

Kafa Kitabı Uykusuzdur

I.

Uykusuzluk ile ucunu tuttuğum ipi çekiyordum. O benim ellerimdeydi, ve arada unutarak hırpalıyordum. 

Örselenmeyi bilmez, aksine durmadan gidip pürüzlü yüzeylerde derisinin mukavvemetini ölçer. Hırpalanışı suskundu. Ne kadar susarsa, o kadar çok konuşuyor olmalı diye düşünmeye başladım, çünkü bir yerlerden hep bir şekilde açık veriyordu.., ama duyamıyordum. Sesini saklıyordu, duyurmayacak yerlere saklanıyordu. 
İşler hep ters işliyor burda. Herkes nereye gidiyor, göremiyorum. Göremeyişim çok normal, sırtım dönük.. Bilinçlice yapmıyorum, saati soruyorlar ya kafamın içinde kocaman bir boşluk.. Samimiyetle en ufak bir tahmine ulaşamıyorum. Onlar akşam üstünde, bende hala sabah. Onlar gece diyor, bende hala güneş. Onlar gün diyor, ben hareket. 
Onlar dinlendikçe enerjik, ben uykusuzlukla şarj ediyorum bünyemi, yakıtım etanol. Ve böyle zamanlarda o sesini sakınmıyor. İplerin elimde olduğunu işaret ediyor oyunbaz. Haydi diyor, sıkılmadın mı?
Evet, çok sıkıldım.. Evet, sıkılmak için çok çabaladım. Onu kaçırmak için çok düz seyrettim. Belli inanmamış. Duyuyorum...

28.01.09  / 04:59

II.

Film arası..

Rüyalarımda hep tanımadığım insanları görüyorum ve bu kendimi bildim bileli böyle, hiç değişmedi.

Pencerem yine açık, odaya soğuk dolmalı. Köpekler delirmiş, belki de bu onların savaşı. Sokak gececilerin eve dönüşü. Bir şarapçıya saldırdı köpekler ve ondan bir yığın küfür işittiler. Sonra adamın biriyle konuşmaya başladı şarapçı. Bir taksici olabilir. Yardım önerisiydi önce, sonra nezaketli bir yaka silkme. Hadi hayırlı akşamlar ısrarkar. Bu kadar teklif yok ısrar varken, peki niçin diğer bir diyalog uzatıcı cümle: abi senin evin neredeydi? Şarapçı evini kısa taksim tarif etti. Kusursuz bir lüzumsuzluk. Caddeden motorlu taşıtlar geçiyor, işitsel algımla yalnızca sesleri değerlendirilir. Ben sadece gök yüzünü görüyorum. Monoton bir gece yıldızsız. Orion u seçmek mümkün değil. Bütün yıldız isimlerini öğrenme isteğindeyim. Şimdi bir kız ve bir erkek geçti. Gökyüzü koyu bir lacivert ve severim bu rengi. Tır şoförü olma hayalim vardı bir zamanlar. Şu sıralar hayallerimin çoğu ile görüşmüyorum, kapının üstündeki delikten bakıp, bu fena halde işportacı düşlere evde yok taklidi yapıyorum. Kafamda canlanan sahneleri bir film yapmak güzel olabilirdi. Tırımda tek başıma gecenin üçü dördü gibi bir zamanda, bomboş ve virajı bol dağlık tepelik bir yolda ilerleyecektim. Tek ışık farlarımdan yayılan ve yolu ancak sınırlı ölçüde ıslatan sarılık olacaktı. Hiç bir ev, hiç bir insan.. Oysa ki ben şehirlerin curcunasını severim. Yol denince, şehir içi bir otobüsün camından insanları ve binaları ve ışıkları izleyerek, trafiğe takılarak, çoğu kişinin rahatsızlık duyduğu o motor gürültüsü ve eciş bücüş koltukta huzur bularak, sonsuza kadar varılmayacak bir istikamete yolculuk etmek ne cazip gelir ruhuma. Evet, ruhum bir imalat hatası olmalı, garip huzur kaynakları var ve garip hayalleri. Bir ömre sığmayacak kadar hayal biriktiren hücrelerim.. Hayatımın bir döneminde tır şoförü olmalıyım, bir döneminde astronot ve bir döneminde de kelebek, bir dönemindeyse kurabiye canavarı.. Caddelerin kıvrımlarına doğru damarlarım yayılıyor, bütün dolaşım sistemimle duyuyorum onları uğultularını ve yankılar gibi.. Ne tatlı bir ses. Hiç olduğunu bilmediğim bir yere gitmek istiyorum. Durmadan bir yerlerden bir yerlere kaçış; müzmin firari. Kendimden değil ancak, belki sadece kendime..
..ve sonra bir başka firar ve sonra da meşhur akıl firarları.. Hani şu üstüyle başıyla körfeze atlayıp yüzen gündüz gözüyle ayık kafayla şehrin orta yerinde ve kalabalıkta, hani şu saçlarını kazıyan sıfır numaraya, hani karakolları, acil servisleri ve köşesinden tımarhaneleri görmüş,  hani milatlarıyla hep hayatını 180 derece döndürmüş kaç kez ters yüz olmuş, hani kitaplarını yakmış, hani sövmüş ağız dolusu bir ordu insana tek başına, hani hastanelerden kaçmış, hani koşmuş da onu tutamamış bir manga insan zaptedememiş, hani kendini kundaklamış kendini yaralamış, hani ölümlerle sohbet etmiş..

Üstünden asırlar geçmiş gibi..

..hani yine de bir çocuk hep deli bir çocuk. 


Yoldan bir dolu genç geçiyor şu anda neşeli bir uğultuyla, az önce suskunluk vardı sokakta ve şimdi bir köpek seslendirmeye devam ediyor sokağı..



Ben çok uslandım, ben çok usluyum.


29.01.09  / 03:32

26.1.09

İçindeki Boşluğun Şifreleri Kırılıyor

İçinde bir devrim var. Bak, görüyor musun patlayan göğün ilahi komedyasında kâğıttan yelkenlerin fırtınayı içişini. Bu çağlar öncesinde yazılan bir trajedinin sadece ön metni. Ancak.., bir çağ kapanıyor. Bir gerçeklik bitiyor. 

Seni tanıyorum. Zamanın uydurulmuş bir gerçeklik olmadığı anların da ötesindeki bir zamandan.
Kelimelerin uçuyor zihnimde. İç savaşlara çok ruh kurban etmiş ihtirasların ülkesine adım atmanın eşiğindesin. Geliyorsun.
Cehennem sağanaklarının arasında bir keşiş; kelebek kokusu kelebek dokusu…
Neye ya da kime bu isyankâr teslimiyet? Söylesene seni hangi tanrı uydurdu?
Hep kendine esaret!
Kendine tutuklu bir iç savaş esiri.. (eseri?)
Nefes alıp verişlerinin bir nüshası da benim bedenimde. Tek nefesle kâinatı ateşe verecek oksijeni soluyorsun sen de. İrtifa kaybeden bir gökyüzünün çocuklarıyız. Yazık, çok yazık.., gökyüzünden öte servetimiz yok.
Kusursuz susacaktın kuşkusuz; sesini hatta anlatabildiklerini unutana kadar. İç seslerinin ayinindeki vecdi anlatmanın tesiri yoktu ne de olsa kimseye, üstelik anlamazlardı. Ama…
İçindeki boşluğun şifreleri kırılıyor...
Orada öylece duruyorsun; biri seni duymalı. Biri seni duysun!
Oysaki…
Kayıtsız; serseri bir sakinlikte sessiz: çıldırıyorsun. O kadar suskun ki çığlıkların, bütün frekanslarını duyuyorum. Asırlar öncesinde karşılaşmıştık, seni sessizliğinden tanıyorum. Bana susamayacaksın ama biliyorsun.
İçinde biriken kıyametin tortularını kazıyacak cehennem geldi mi? İçinde patlayan şölenin doruksuz neşesi geldi mi? Sorguluyorsun.
Yorgunsun. Umursamaz bakışlarındaki inançsızlığı dağıtamıyor şaşkınlığın retinandaki ışık oyunları gibi belli belirsiz kıpırdanışları.
Ama bilmelisin; içindeki boşluğun şifreleri kırılıyor.

30.03.08

23:37

Nihan AYDIN ...*

22.1.09

BiR GaRiP AhŞaP Oratoryo

Bir bardak portakal otopsisi
ne kadar söyle oyalar? ;
seyri mümkün posa cesetleri..
Aşk diyorum onlara! İnatla aşk!
Kadavralar aralıksız talanı düşünüyor.
Yağma yok! …yağışsız.
Her gök gürültüsü konuşur benle;
tuhaftır çoğu bilmez, anlamaz sağanaktan 
halbuki dinlerim onları sürekli..
Paranoya diyorlar ya, 
foyası bir an evvel afişe edilmeli.
Kaderci yaklaşılıyor bu hususta,
ağı muhakkak ipekten dokuyan
karadul zehrini saklıyor ortaçağın 
rönesansa ipotektir yüzükleri
tarih denilen bozuk para.
Reform aşkta;
duyguda reform,  
yazık bir külfetin önünde boynunu büktün.
Sen küçüktün!
Sen küçüktün!
Bize durmadan cinayet masalları anlatıldı,
alkolle iltihap temizlemek farzdı,
rekat rekat kılındı. 
Oysa dünyayı sekerken çok gördüm 
beş para etmez ekseni iptenmiş
körkütük sallanıyordu bilinçsiz 
müracaat ettim döküldü.
Kaç hafızası sabıkalı dilekçe gittik geldik. 
Hep bürokrasi üstün başın.
Ben sana başvurdum, vurulacak ne varsa.
Yolumu sormadım ona buna 
bulunacak ne varsa dokunarak buldum.
Maruzatım feci halde sana
beni bilirsin biraz bilinmez 
ne hüzünlü takvimlere şeref oluyorsun
alkışlar şimdi bir müddet bu şova.

Kaç mevsim ısrarla vivaldi...
Hızı ışığın tütüne sirküle.
Tüm kumarbazlar cürete davetli
casinoyu açık tutmak lazım
ve parlatmak avizeleri,
malum hepimize matematikte ve mantıkta 
dönemlerce yazı tura öğretildi.
Gel diye hep sen diye, 
işte sentetik gökkuşağı zamanlar kapalı gişe. 
Bakıyorsun ya yaranı evcilleştirir gibi
gözlerimin içine..
Çok görüyorum durakları 
sabırsız yontuyorum karşıma çıkan eşyayı
tıpkı darağacı
kaç çentik vücudum kaç silahlı müdahale…
Fazlasıyla bu saniye 
tanıyorum, 
delirmek bilinciyle dudak izin, ses izin
izin versin kuzgunlar, son sürat geçeyim.
Yeni geliyor bir yıl cenin
direniyor solungaçlarıyla hikaye
daima değişse de akordu bozuk kıyafetleri
hala eski şarkılarıyla sürüyor makam niye?
Tanrım, put koleksiyonun ne şahane!
Şapkamı çıkartıyorum karşısında
Jeneriği yırtık film!
Kırpık film!
Sessiz sinema; ocakta kaynamakta.
Ah bu kovalamaca ah bu lüzumsuz pür telaş…
Tüm bekçisi hepimizin, elinde falçata
eskizlerinde gece karalıyor.
Sorsalar bileceğim durmadan bileceğim,
Işık sızıyor, ışık kanıyor!
-susuyorlar acemi-
Hani sonuna kadar bil(m)ekti
hani yenişmece?
Bilmek gerek; üsteleyerek, arzla gereklilik
talep büyük yüksek nümayiş.
Senden konuşulsun istiyordum çokça..
Toplayabilirsen sen topla,
(hep aşk diyorlar) üstümüze dökülenleri.
Çatısından yıkık (hep kalp diyorlar) sarkan 
saçaklardan keskin,
keskin virajlardan çok darbe yemiş trafik saatlerim,
çarp ve dolaşım sistemim merkezini bilsin.

Sadece raks edecek nabız gücü elverdiğince..
Hadi ama yaşam destek ünitesi gibi gülümse..

Daralıyor iklimler,
hürmet ederler tahtası eksik, tahtası kaybolmuş, tahtası kurt yeniği mesailerime.
Ne olur böyle resim, böyle boya, böyle küsme.
Sen küçüktün!
Sen küçüktün! 
Korkuların üstüne basıp geç 
alay eder gibi edepsiz
hiç yetişkin yaşamadık ki (anlattıkları gibi, bu dünyayı) biz..


Nihan AYDIN ...*

küçük dialog

"İnsanlar neden üzgün?"

"Çok basit" dedi yaşlı adam, "kendi hikayelerinin tutsağı onlar"

Nihan AYDIN ...*

21.1.09

Çöl ve kumarbaz / Çöl denemeleri 10

Bir çağın kapandığında dair dedikodular dolaşıyordu tekinsiz dudaklarda. 

Yürekler kavruk devrimleri dövüyordu.
Göğün yüzünü döktüğü gök! Pul pul derileri tabanlarımıza yapışan yıldızlar!
Işık tarlasıydı bir zamanlar buralar! 
Sonra geride kurak ve aç bir kaç deniz kaldı. Ne kadar tuzla beslese de yaraları, hiçbir göz pınarı gözlerini doyuramadı. Onlar hiç ıslanmadı!

Çöl durmuyordu, gülüyordu.
Hiçbir adres kayıtlarda birbirini tutmuyordu ve nasılsa söylenceler hep bir şekilde yarım kalıyordu. Birileri bin bir gece söylenecek masallar yazıyordu kuytu köşelerde. Belli ki boşuna yazıyordu! Belli ki boşuna yazıyordu(!) son nefesini kuyruklu hecelerde, üç kuruşluk ucuz şaraba gençliğini tüketmiş fahişe gecelerde. 

Ayazdan, sert bir keskiyle şekillendirilmiş, baştan üç çentikli zarlarla düş-eş’ler tutturmaya sallanıyordu hisleri uyuşan eller! 
Hazin bir sonu kılcal damarlarıyla içen, 
tenlerin, 
bilmecelerin,
hafıza palasta en sepya karelerin, 
tarihleri takvimlerde çizilmiş gazete kupürlerinin 
kaydını tutan eller! 
Morarmış tırnaklar sokağında düş’ük lü eller tablosu. 
İşte ironinin salto atmayı bilen en artistik sarsılışında, 
kafasının diskleri kaymış bir müzisyenin en gümbürtülü konçertosu. 
İşte yarısı çıkarılmış sözler! 
Hiçbir yeşil örtünün düşüne düşmemiş şanstan talihten kemikler. 
Ve nihayet kumarbazın ellerindeler.
Kumarbaz avuçlarının iklimine dağılan kader çizgilerinde, 
daha önce dinlediği bir kehanetin peşinde, 
geçmişle geleceğin kesiştiği birkaç dejavu sahnesinde,
bileklerinin keskin devinimleriyle 
dünyayı salladı ellerinin içinde!
Bir soru kaldı geriye;
Sihirbaz nerede?
Bir gece yarısı doğum sancısı tutan dilekler, bütün cehennemleri içip camdan bir kule inşa edecekler.
Teni teniyle dikenli tellere sarmalanan kumdan mahkemeler, bütün rüzgarları yutup fırtınayı biçecekler. Ve ardından bakışlarını dar kaldırımlara düşürmüş tüm güvercinler gibi aradığını bulamamış gidecek tüm seyirciler.
Göğün yüzünü döktüğü gök!
Bulutlar senden taşındı!
Bir camdan Atlantik yapacaktım, 
elimdeki bir parça, 
kambur erozyonlarda aşındı.
Zaman bedenini kuyudan aşağı sarkıttı, ıslanmadı; yandı.
Teni teniyle örtüşen tanelere ılık sarmalandı yel. Dinlemedi hiç kimseler.
Issız köşeler fısıltılarına devam ettiler. Bir çağın kapandığına dair dedikodular dolaşıyordu tekinsiz dudaklarda.
Yeşil örtünün üstüne düştü küçük bir kırık ayna.

Nihan AYDIN ...*

Çöl ve kahin / Çöl Denemeleri 9

ÇÖL ve KÂHİN: Bir katlin katilini bildiren kehaneti dinleyin

Nasırdan taşlaşmış ellerini kavruk küllerin arasına daldırdı kâhin.
Elleri kor yanığı oldu, elleri karanlık bir gece.
Sonra göğe uzandı parmakları. Tanrısının tenini yokladı tırnakları. 
Kâhin, yedi kandilini kucakladığı kubbeyi sarsarak haykırdı,
haykırdı!
Günahkârdı.

Ay silkindi kumlarını, şöyle bir dolundu,
dolundu!
Çöl milyon zerresi ile pusu kurmuştu postu kalabalık ziihinlere. 
Kâhin depremi yerin kabuğuna zarar hiddetiyle kudurdu,
kudurdu!
Ve volkanlar kan kustu.
Kahin lav taştı,
sonra duruldu,
duruldu..

Gözleri cehennemler yakarak konuşmaya başladı kahin:

'Bir katlin, katilini bildiren kehaneti dinleyin!'

Kahinin gözleri cehennemleri yakardı,
ve bir tek gözleri durulmazdı.


Ürkmüştü gece,
ama seyre devam etti yine de.
Ve başladı kâhini dinlemeye...

' Bir sihirbaz tanımıştım bir zamanlar.
Zamanlar, terk ederdi varlıklarını 
şapkasının içerisinde.
Tövbekârdı.
Çöldeydi..'

Çöl,
kâhinin dudaklarından rüzgara dağılan sıcakla kan kuşkulara uyandı.
Çöl,
ruhunu arandı:
-di(L)i geçmiş takıları sözlüğünden düşürmeyen sihirbaz hala çölde miydi acaba?

Kâhin yanıtladı:
Bu sorunun cevabı tövbelere tövbe edilip edilemeyeceğinde saklı.


Kâhinlerin hüneri geçmişi büyüledikleri kadardı. 
Geçmiş denilen,
şimdinin dev aynasıydı.
Işığa zar sallayan gözbebekleri gibi
kasılır;
irilir
ufalırdı.
Gelecekten daha çok 
henüz var edilememiş
ve var edilebilmek şansını çoktan ıskalamış olandı.
Bir ihtimal olmaktan çoktan çıkmış
gerçekliği kanıtlanamaz yansıydı.
İnandığın kadar vardı.
Anımsamak ise 
çocukluğunu kürtaj masasında düşürmüş
kirlenmiş bir zihnin
yanılgısı:
kendini kandırmak
ya da oyalamak ihtiyacı.
...
Geçmiş ihtiyacıydı 
hafıza kaybı kolik anımsayışların.
Mezesiydi; tatlıydı..

Tatlıydı; 
saklama koşullarına uygun
yaşayabilme koşullarına uyumsuz
ısılarda bekler,
şimdiyi piç eder
buhranlı zamanlarda kilo ve kolesterol olarak 
bünyeye hizmet ederdi.


Gaybın koynuna yasak girmiş bir kâhinin işi gelecekten çok geçmişleydi.
Geçmiş çünkü 
gaybın arzının merkezinde
kelimenin bitip tükendiği yerdeydi.

Ve kâhin için
katilin baştan tahmin edilebilir olduğu bütün duygusal filmlerde
kehanet denilen şey gelecekten ziyade
geçmişle ilgiliydi.
Çünkü
geçmiş zaten filmin ilk karesinde cinayete kurban gidendi.

Sihirbaz ve kâhin aynı anda,
bir bedenden
nasırdan taşlaşmış yüreklerini kavruk yıldızların arasına daldırdı.
Yürekleri kor yanığı oldu, yürekleri karanlık bir gece.
Sonra göğe uzandı kılcalları. Tanrılarının tenini yokladı şah damarları.
İkisi birden yedi katman kabuğuna kök salmış damarlarıyla arzı sarsarak haykırdı;
haykırdı!
Tüm aşkların geçmişlerinin katlinden sorumlu
günahkârlardı!


Sihirbaz gözlerinden dökülen cam parçalarının üstünde
çıplak ayaklı çöller inşa etmeye devam ediyordu.
Topuklarından kanlar sızarak,
usulca, 
çölün içine doğru yürümeye devam etti gecenin üstünde.



Çöl derin bir nefes aldı;

sihirbaz hala çöldey-di.

Geçmişin ve geleceğin bir noktada eridiği
kâhin gözlerinde:
şapka ise hala 
zamanın
kendinden boşandığı mahkemeydi.


Nihan AYDIN ...*

Çöl ve derviş / Çöl denemeleri 8

ÇÖL ve DERVİŞ: “İlahi! Sen yalnız sana itaatkarlara merhametliysen günahkarlar kime sığınsın..*” (*Hz.Muhammed)


Toprağın kubbesini arşınlar kandiller.
Bazılarının göz bebekleri yıldız tarlalarında saatlerce gezinmeyi sever.


Sıcağın kavurduğu ateşten tanelerde, dolanır etini kesen kanını içen toprağın açıklarında.
Mecnun bir derviş ve kamburuna eklediği zaman, elleri kamburunda zaman zaman.. İçine eklediği yaşanmışlıktır her solukta ciğerinden taşan. 
Gözleri dalgın, hep odaklı görünmez bir yerlere. Gözleri semayı dolaşır, gözleri kainatı soluklanır.
Derviş yıldızların farkındadır, 
farkındadır güneşin doğum sancısının dağları denizleri kana bulayışının, 
farkındadır gecenin; günün kanına bulandığının.
Derviş parçalı bulutları üstüne kumaş diye sarmıştır.
Derviş dünyayı tek lokmalık aş sanmıştır.
Rüzgarla eser
yağmurla ağlar.
Kum tanesini altına eşdeğer sayar.

Yakamozu kadehine doldurmayı bilir derviş. Sarhoşluğuna bile şükredebilir.
Aşkı içebilir,
gökyüzünün bin bir tonda kılığını ayrıt edebilir..
Spor yapmaksızın
derin derin soluk alabilir derviş
ve yaşamak güzel şey diyebilir.

Kendine âşıkken bile, sanatçının eserinedir şevki.
Günahla yıkanırken bile 
aşka atar kalbi. 

Sihirbazdır,
illüzyonun içerisinden çıkarır mucizeyi.

Bir mecnundur, 
aranır çölün varsızlığında. 
Tüm manasızlıkların içinde sanatta bulur kendini mana.

Toprağın kubbesini arşınlarken kandiller
zamanın üç kapısı açılır
evren denilen şey zaten
mimari harikasıdır.

Dervişin nabzı sonsuzu atar.
Yaşamın arsız çocuğudur ne de olsa
günahkâr derviştir.

Yolu yoluna çakışık görünse de tüm sapmışlıkların,
ağzında çevirdiği kelime
"önce kelime vardı"
nın
mirasıdır.


Geceyi ve gündüzü
bağlarken renkler
en büyük sanatkâradır

günahkârken bile tüm mabetler.

Nihan AYDIN ...*

Çöl ve çılgın / çöl denemeleri 7

ÇÖL ve ÇILGIN : aşk kendine ihanet kokar


...
.
...

Çöl kendini üşürken geceleri..

...

..ve kırmızının kanına gece karışır... 
Gece ile kırmızının grupları birbiriyle antikor yarıştırmayacak kadar birbirine aşinadır.
Kırmızı artık;
gece bir kırmızı;
karanlık bir kırmızı
dır. 

Çılgın, yıldız yağmuru altında mehtabı seyreder. Meteor yağmurunun yıldız yağmuru olduğunun bir tek o ayırtındadır ve manzaranın keyfini çıkarır.

Çılgın kimdir?

Çılgın en başından beri istediğini yapmak uğruna elinden geleni ardına koymayandır.

Çılgın en hayalperestidir.

Tahmin edilirliği en düşük veridir, istatistiğe dökülemeyendir. 

Sağı solu 
ebe 
sobe 
olan 
olmayan
bilinmeyendir.

Çılgın bütün hepsinden neşeli olan, 
hepsinden daha sevgi dolu, 
hepsinden daha mantıksız, 
hepsinden daha gülümseyişlisidir.

Çılgın saçmalığın ötesindedir.

Çılgını yaşayanlar ilk tanıdıklarında çok severler.., taa ki çılgın çığırından çıkana kadar.

Çünkü çılgın bütün hepsinden daha felaket olandır; 
üstelik daha da fenası yıkıntıyı inşa edecek depremi önceden tahmin edecek teknoloji,
dünya özürlüdür.

Hiç bir delinin ben deliyim demeyişi gibi sinsidir çılgının felaketi. 
Normal taklidi yapmayı çok sever normalin üstünde seyreden iyimserliği ele vermeksizin kendini. 
Çünkü hiç bir iyilik şikâyet edilesi değildir. 
Genelde başına vurularak ekmeğinin alındığı durum, hep olumsuzluklarda yüzen kötü gidişatları işaret ederken;
iyilik ve kötülük
sadece ve sadece
insanlığın dramatik körebe oyunudur. 
Gözleri bağnazlayan paçavra her daim siluetleri seçtirse de; 
bu bir gölgeler oyunu değil diyen riya,
hacivat ve karagöz yerine
boşluğu kucaklattırmayı tercih eder.
İyilik ve kötülük grubu olası trafik kazalarında kan alışverişi yapamaz; antikorlarının birlikte her daim çökelti yaptığı gruplardır dünyada.
Çöl ise umursamaz. Özerk bölgedir.
Çılgın da ressamın fırçasından özerk bölgeye sürgün edilmişlerdendir. 

Çılgın korsanın gemisinin güvertesinden gökyüzü ile konuşur:

-Nefes almak ne kadar da büyülü
ne kadar da tatlı
uzansam yakalayacağım
saçlarıma yıldız tozu yağarken
mehtabı..

Kırmızı geldiğinde;
çılgın şairlerin en basitiydi. Ve her şeyi kafiyelendirip umutlu vaatlerle donatabilirdi. 
Çılgın tozpembe bir nargile dumanından seyredip dünyayı, lolipop kıvamlı şiirler yazabilirdi; 
tabi korsan her seferinde çılgın ile bilek güreşine kalkışıp, çılgının kelimelerini süpürmeseydi.

Çılgın kırmızıyı pembe olarak görebilen nadir renk körlerindendi. 
Daha sonra pembeyi, 
binbir renkte 
yahut binbir renkten birinde 
seçebilecek
basirete sahipti yine de. 

Bir delinin asla ben deliyim demeyeceği gibi;
çılgın gemide de her zamanki gibi normal görünecekti kendini ifşa etmeyen casus bir tayfayken. 
Haliyle, içinden büyücüyle konuşurken korsanın gemisindeki hayaletlerin (biri hariç) hiçbiri şüphelenmeyecekti:

-Senin olacak bu gemi; tıpkı çöl gibi..

Her çılgın rüzgara kapılmış gibi görünürken rüzgara yön veren ermiştir.
Ve ermişin gemideki duası bellidir.

Rüzgar yelkenlerin boynundan süzülerek bağırdı:

-Gemi karaya oturdu.


Karaya basan bütün ayaklar neden nasıl oldu anlayamadan ve anlamlandırmaya çabalamadan çılgının ardında yola koyuldu. 
Burası kırmızının adasıydı ve burada rehber her daim çılgın'(lık)tı.


Sihirbaz şapkanın içinden birkaç adım sonrasının akıbetini çıkarmıştı. Büyücünün zindanlarına doğru ilerlerken kendini kayıp bir adada zanneden bedenine içinden fısıldadı:

-Korkardım 
bu alev alev yanan meteor fırtınasından
ama bu kadar istememiştim yolumu kaybetmeyi hiç bir zaman

Çılgının rehberliğinde hipnotize bir itaatle yürüyen, sihirbazın dışında kalan bütün gemi ahalisi anlaşılan yolun sonunun büyücüye gittiğinden bihaberdi.

Büyücünün şatosuna ulaştıklarında çılgın hiç düşünmeksizin bütün gemilileri büyücünün avucuna teslim etti. 
Sihirbaz dışındakilerin
hiçbiri 
zindana konulana kadar farkında değildi.

Korsan zindanda olduğunun ayırtını anlayıp çılgına söverek sinirden tepinirken, sihirbaz çılgından yana suskunca umutluydu. 
Çılgının gizemini kaybetmemiş bir masalın içinde özgür olduğu müddetçe, sihirbaz zindanda da olsa mutluydu
Çünkü bir tek sihirbaz biliyordu ki
bu kırmızı şatonun zindanındaki parmaklıklar 
illüzyondu.
Ve seyirciler için, bir illüzyon ancak bütün sırrını kaybettiğinde sihirden kopup seraplı bir aldatmaca olurdu.
Sihirbaz içinse illüzyonun sırrı zaten yoktu. 



Büyücü ise belki korsanın nefret ettiği kadar beter, çılgının büyüsüne kapıldığı kadar etkileyici değildi.
Çünkü sihirbaz farkındaydı her daim olup bitenin. Şapkasında ikamet eden tavşanların burnu keskindi ve derlerdi ki hep:

-Aşk kendine ihanet kokar.

…………
..
….
.

Sihirbaz ile büyücü göz göze geldiler, 
parmaklıkların arasında sadece ikisi vardı. 
Çılgın bir felakete; felaket bir kıyamete kadar...

 

Nihan AYDIN ...*

Çöl ve meteor / Çöl denemeleri 6

ÇÖL ve METEOR : küre kırmızı ısınır


Gök yarıldı. Kocaman bir yangın, yok etmeye geliyordu gökten.

Yere düştü kırmızı. 
Yok etmedi. 
Kanser gibiydi kırmızı, yayılmaya başladı. Hızlıydı, bir anda yeri göğü sardı.

Hangi tanrılar savaşının laneti
hangi dünyalar savaşının eseri
hangi düellonun katiliydi
kırmızı? 


Kırmızı, 
tuzu kavurgan, 
ağlamaya başladı.. 
Ve kumlar ıslağı tattı.
Kumlar.., 
ferahlayamadı, içtikçe daha çok susadı, içtikçe yandı. 
Kırmızı asitti, kırmızı diğer renklere baz alınabilirdi. 


Kırmızı!
Yavaş yavaş bir akışkan, yangınlı ve kaynamaklı..
Ağırlığı ızdırabı.
Boğazda kan tadıyor..

Çöl kırmızı dalgalandı.. Çölün bütün hücreleri teslim bayrağını sallıyordu savaşımsız, hiç bir zapt bu kadar kolay olmamalıydı.

Ancak kırmızı aldırışsızdı, tanımazdı başkasının yasasını, anarşistti kırmızı. İlgilendiği tek şey zapt iken bu yolda her şey mubahtı. 

Sihirbaz anlayamadı kaosu. 
Kıyameti miydi çölün kırmızı, yoksa dinozorları yok edip çölü sabit bırakacak devrimi miydi? 
Peki ya komuta kimdeydi?
Bir başka sihirbaz olmalı diye düşündü sihirbaz ilkin, sonraysa büyüsü, yeri göğü kan ve yangın ağlayışa boğan bu kişinin karanlık kalpli bir büyücü olabileceğine karar verdi. 

Ölecek miyim diye düşündü sihirbaz. 
Sonra kırmızının savaşına saldırganlaştı: 


-Her şey mubahsa kırmızının savaşında, büyücü! beni yutmaya yeminli kıyametinin ardında, seni de sokacağım cehennemin en koyusuna! 

Çöl bir yangın denizi gibi dalgalanırken, 
sihirbaz, 
cenneti boynuna asmış cehennemde
korsan oluyordu.

Korsan, yanmasınlar diye yüreğine açtı yelkenlerini. 
Büyücünün nefesi kırmızı bir rüzgar..,ruhu kesen bir jilet.., bir sarhoşluk.., yelkenlere can çekiştiren bir fırtına...
Korsanın gemisi perili. Korsanın ruhunun bin bir hayaleti ile dolu..
Korsanın gemisi rakkas bir salınımla uyum sağladı gözü kara dalgaların ritmine. 
Gemi yangının üstünde oryantal kıvrılışlarla ilerlemeye başladı. 
Rota büyücüyü işaretliyordu.

Sihirbaz ruhundaki kesiklerden kan sızarken köşeden korsanı izliyordu. O da kanıyordu.
Geminin bütün hayaletleri ruh kanamasına uğramıştı.

Sihirbaz ressama seslendi:

-Bize acil "gurur rh - kan" lazım. 

Korsan araya girdi:

-Konuşma şu firavunla. Küçük çölleri sanki o yarattı.

Firavun kahkaha attı:

-Hiç şansınız yok zaten, bütün kırmızıyı üstünüze döktüm yanlışlıkla..

Korsan dişlerinin arasından hırsa sövdü:

-Bütün bu saçmalığı başımıza bu çılgının getirdiğini bilmek bu kadar güç olmasa gerek.

Çölün muhtelif bölgelerinde deliren kahkahalar görüldü. Çılgın ile Büyücünün kahkahaları birbirine karışıyordu..



Sihirbaz, Ressam, Korsan, Firavun yahut Çılgın dan herhangi biri:

-Sen hiç kendi sesinle boğuldun mu büyücü? Ses tellerini cehennemin hangi şeytanıyla akort ettin ki, ruhumu satmaya davetin bu kadar savaşçı ve tatlı?
Sen hiç gündüzünü kaybettin mi gece? Yıldızlarını söndürdüğünde yönünü bilebildin mi? 
Kendine ağlayan sigara dumanı oldun mu hiç? 
Tek heceli hislerini çok heceli heceledin mi?
Sen hiç sustun mu kırmızı? En gerçek, iç sesleri felç etmiş yıkıntılar gibi? 
Peki sen hiç kırmızı susabildin mi?
Aynaya bakıp kendinden, kırmızından korktun mu?
Gözünün önündeki evreni yerçekiminden kurtarmak için havaya savurdun mu?
Hiç gerçekten cesur oldun mu?
Sen hiç gerçek bir büyü oldun mu? 

Poseidon elementini şaşırdı, kendini hades sanıyor;
deryasını yanlış kusuyor
yangın kusuyor
ölüm kusuyor!

Sanıldığı gibi durumun venüsle bir alakası yok.. 
O sadece uzaydan seyirci.


Dünya ise uzaydan bir haber, kendini saklambaçlarda kaybetti, 
artık bulunamıyor. 
Hiçbir ilişiğimiz kalmadı fizik yasalarıyla. Gölgeler güneşle münasebetini kestiler, artık sadece sırdaşlıklar ve sığınışlar için varlar.
Üstelik kimse kendi gölgesinin dışına çıkamıyor.

Ve sen gölgemi çaldın büyücü!
Yalnız kaldım.
Seni hırpalamak istiyorum, seni incitmek!
Seni istememek istiyorum!


Gökyüzü kendini ejderha sanmaya başladı büyücü!
Ciğerlerim ejderhanın ciğerleri sanki.., yanıyor, iflas etmek istiyor gibi.
Nefes alamıyorum büyücü!

Aşk, mono oksit olduğundan yetmiyor nefesime.

Nefesini istiyorum büyücü, nefesini vermelisin soluklanabilmem için. 
Nefesinle yıkanmalı ruhum! 
Nefesinle yakılmalı ruhum! 
Nefesinle çarmıha gerilmeliyim!


...
..
.
Büyücü gözlerini yumdu ve keyifle derin bir nefes aldı...

Nihan AYDIN ...*

Çöl ve tiner / Çöl denemeleri 5

ÇÖL VE TİNER: yağlıboyadır sihirbazın hayalleri


Bağımlılık yaratan küçük sevgiler tehlikeliydi.
Ressam son bir kez derin derin havada uçuşan kokuyu ciğerlerine çekti, sonra pencereyi açtı; odada ağırlaşan havanın hafiflemesi için. Ardından minderlerin üstüne uzandı, gözlerini kapadı. 

Sihirbaz:

Ressam sana sesleniyorum duyuyor musun? 

Beni duymalısın ressam, 
hayallerimin üstüne dök tineri 
ve yarat beni yeni baştan 
çünkü sihirim bitti.

Bir ressam; "Bırakın! Aşkı ben anlatacağım!" diyebilir. Diyebilirsin bunu ressam. 

"Bırakın aşkı ben anlatacağım!
Boşuna sayfayı karalamayın!"

Kırmızı en çok senin paletine yakışır. 
Sokaktan aşk geçiyor, 
adımları usul.. 
Tut yakala kolundan!!
Duymuyor musun sessizliğini?
Çaktırmamaya çalışıyor. 
Kaçacak!!

Sen tutamıyorsan düşür çölün üstüne paletini; kimseye belli etmem, kaza süsü veririz.
Sen düşür paleti 
ben kırmızıyı kovalarım...

Ressam bu kadar tembel olma Picasso aşkına! 


Ressam, ancak senin gözünden görebilir çölü şehir. 
İster kelimelerle boya ister notalarla çiz,
ancak senin fırçandan akabilir sihir.

Ressam çöle niye hiç kelebekler uğramıyor? Niçin kaktüsler burada çiçek açmıyor? Niçin aslanlar doğanın kanununa uyup beni parçalamıyor?

Ressam ben delirmiş olabilirim ama sen benden daha mı az delisin?

Mevsimler sadece Vivaldi' nin notalarında değişen bir şeydir ressam için. 
Ressam; 
çöle bir duyumluk kış
ve kola reklamlarına da bir bardak kum! 
Ressam;
ne yarısı dolu ne boş
aslında bardak da yok
sürprizin
ne kadar da hoş!

Ressam bir gece yarısı şiir boyayabilirsin tuvaline. Düşlerimin telif hakkı senin nasılsa. 

Aşklarım için şiirlerimdir diyebilirsin. 

Ne de olsa burada aşk da yok, 
yer ile gök; 
fırtına ile güneş; 
gece ile gün 
arasındaki kaos dışında. 

Düşlerim çok kayagan;
düşlerim çok dağılgan..
Yağlı gibi..
Bunun için sana isyan edebilirim değil mi ressam!

Hangi mahkeme suçlayacak şimdi beni?
Sen kirlettin düşlerimi..

Bunu duymalısın ressam
kalbimin üstüne dök tineri
ve yarat beni taştan!

...


Ressam yattığı yerde ürperdi. Kalkıp pencereyi kapattı ve rüzgarın sesini kesti. Ardından yine kavanozun içindeki renksiz uçucu sıvıyı arzuladı nefesi.
Ressam bir çok tuvalin içinden yarım kalan bir resminin karşısına geçti. 

Sihirbaz ümitlendi. 

Ressam sinirlendi. 
Elindeki tinerli bezi yandaki tamamlanmış resimlerden birinin üzerine attı.
Resimdeki tinerci çocuk, bezi havada kapıp yarım kalan tuvalin içine atladı ve sihirbaz onu şapkasıyla yakaladı.

Ressam bir kez daha kavanozun içindeki uçucu kokuyu ciğerlerine çekti, 
ardından kendini kumların üstünde yarım kalan tablosunun içinde buldu.

Bağımlılık yaratan küçük sevgiler tehlikeliydi.


Sihirbaz elindeki bez ile kendini tuvalden sildi.






Ve ressam sihirbaz, sihirbaz ressam oldu..,
ya da tam tersi
belki hiçbiri..



Nihan AYDIN ...*